Ana içeriğe atla

Diyanet Günlükleri: Hutbeler

Cumalar ve bayram namazları... ülkemizde "cem" olmanın zirvesinin yaşandığı anlardır.
Mezhep imamları hutbenin cumanın bir şartı, bayram namazlarında ise sünnet olduğu hususunda icma etmiş olmalarına binaendir ki cami imamları  Müslümanların bu özel günlerinde vaazı nasihat, dua vs. ederler. Hutbenin Arapça olup olmaması tartışmaları işin erbabı arasında süredursun, bu hutbenin Müslümanlar için ne kadar önemli olduğu tarihteki İslam devletlerinin icra ettikleri fiiliyattan görülebilir. Öyle ki bu durum hutbenin iktidar nişanlarından biri haline dönüşmesine bile sebep olmuştur. Yani, bir sultan/padişah/ bey vs. hükmünün sürdüğü beldelerde kendi adına hutbeler okutmuş, böylece halkın sultana/padişaha/beye biatının perçinlenmesi beklenmiş. Bu da hutbenin toplumsal faydası olarak telakki edilebilir, tabi ki adil sultan/padişah/ bey veya efendiler için.

Hutbenin amacını Lütfi Çakan Hoca çok güzel özetlemiş, bunun üzerine daha fazla uzatmak laf-u güzaf olur: "İslam iki gaye ile gelmiştir. Hakikatın beyanı ve ahlakı fazılanın iktisabı. İslamın gayesi bu olunca hitabetin amacı İslam hakikatarını açıklamak ve üstün ahlakı fertlerin vicdan ve yaşayışlarına hakim kılmak" ( CUMA VE BAYRAM HUTBELERİ NİN MAHİYETİ VE TARİHİ, sayfa 3-4)

Bu amaçla okunan hutbe uygulamasını hicretin ilk yıllarında Hz. Peygamberin (SAV) başlattığı düşünülürse yaklaşık 1400 senedir süre gelen bir gelenekten bahsediyoruz. Dolayısı ile kendi içinde oluşmuş usül ve esasları olan, her hafta okunmak durumunda olan bir ibadet. Yani müslümanın hayatının bir parçası. En azından öyle umut ediyoruz.

Ülkemizde yapılan anket çalışmalarında  (bizzat diyanetinde yaptığı çalışmalarda dahil olmak üzere)  Cuma ve Bayram namazlarına hiç gitmeyenlerin oranın yaklaşık yüzde 7 dolaylarında olduğu (Türkiye'de Dini Hayat Araştırması, DİB 2014, sayfa 30) göz önüne alınırsa azımsanmayacak (hatta gayet ciddi) bir oranda Cuma namazına gidiş söz konusu.

İmdi, belli ki bizim için cuma önemli bir olay ve (düzenli ya da düzensiz) hutbeye muhatap olma oranı iyi denecek düzeyde. Peki biz hutbe için ne kadar önemliyiz yarenler!!

Cumadan çıktıktan sonra kaç hutbe üzerine bir tartışma ortamı teşekkül etti, kaç hutbeden sonra gündemimiz değişti, kaç hutbe ile fikir dünyamız zenginleşti, kaç hutbeyi dinlemek için 1 hafta bekledik (çok ideal oldu farkındayım)  vs. vs. uzatabiliriz. Bu soruları kendime de sordum lakin olumlu bir cevap alamadım.

Bunun nedeni üzerine biraz kafa yorunca, okunan hutbe ile vatandaşın gündeminin farklı olduğu, bu sebeple ortak paydada buluşamamasının önemli bir nokta olabileceği kanısındayım. Hutbe haftalık olması itibariyle güncel olan mevzularda ve İslam/müslümanlar ile yakından alakalı konularda müslümanın duracağı yeri belirlemesinde yol gösterebilmeli. Burada siyasetin işin içine girme riski elbette yok sayamayız. Ancak doğru karar verebilme ve "sınırın içinde kalma" mevzu tamamen hatibin/vaizin vicdanına kalmıştır. Hatibin/vaizin hesabını verebileceği şeyleri söyleyeceği ön kabulü ile devam edelim. Örneğin geçen hafataların birinde, Müslümanların gündemini meşgul eden İslamafobya ve Avrupa'daki camiilere saldırılar had safhada iken, o hafta cumada verilen hutbenin mevzuu "özgürlük" idi. (Hutbe Burada).Özgürlük mevzuu çok su götüren bir konu ve müslümanın bu konuda nasıl "sınırı aşmaması" gerektiğini bilmesi mühim. Mesele bu değil. Mesele hutbenin müslümanın güncesini meşgul eden bir konuda kendini nasıl şekildirmesi, nerede durması gerektiği hususunda diyanetin önderlik edememesi. İslamafobyanın akademik ve entellektüel çerçevede tartışılması elbette sürer ve sürmeli, ancak ortalama bir müslümanın bu mevzuda "bunlar batının oyunu" demekten daha fazlasını söyleyebilmesi ve ortak bir bilince sahip olması gerekmez mi? Örneğin her hafta cumaya giden, buna ek olarak basın yayını takib eden biri, İslamafobyanın batıda yükseldiği ve bunun böyle olmaması gerektiğinin dışında duyduğu birşey yok. Böyle olunca temel oluşamıyor ve ortak bilinç malesef eksik kalıyor.

Ortak bilinç oluşturulamaz ise Charlie Hebdo saldırısı sonrası olduğu gibi müslümanları zan altına bırakan, müslüman kimliği ile bilinen toplum önündeki insanların müslümanlığa laf etmesinin önüne geçemezsin.
Diyanetin son demde yaptığı güzel çalışmaları takdir etmemek insafsızlıktır. Aynı başarının hutbe konusunda da gösterilmesi lazım deriz.

Vesselam
12/01/2015

Hutbe mevzuunda bir anım hatırıma geldi:
Yıllar önce memlekette sela üzerine bir tartışmadır sürüyor idi. Civar köylerde vefat eden vatandaşın ilçe merkezinde selasının (merkezi sistem marifetiyle) verilmesine (vice versa da olabilir) bir grup vatandaş tepki göstermiş, ilçe müftisi bu durumu haklı bulup selayı okutmamış. O haftanın Cumasında, müfti efendi durumu cemmate izah etmek için kürsiye çıktığında cami cemaati ile müfti efendi arasında aksiyon dolu bir tartışma çıkmışti ki Maraş'ın neden kahraman olduğunu o gün anlamıştım.  Hey gidi günler. Ancak burada da akılda kalan hutbenin mahiyeti değil, yaşanan olay.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

KUŞÇUBAŞI EŞREF BENJAMIN C. FORTNA

Eşref… Bir serdengeçti, gözünü budaktan esirgemeyen, ele avuca gelmeyen bıçkın karakteri ile Osmanlının son dönemine damga vurmuş bir nefer... Günümüze kadar gelen bir kaç fotoğrafındaki gaddar bakışları ile kendini ele veren bir Çerkez, Enver Paşaya sadık ve inanmış bir subay, bir fedai zabitan... Deli dolu kişiliği ile başı beladan kurtulmaz. Kulelide karıştığı bir kavga sonucu Edirne'ye sürülür. Edirne ile sonraki yıllarda Batı Trakya İslam Cumhuriyetini kuracağı yıllarda yeniden kesişecektir. Jön Türkler ile bağlantısından dolayı babası ve kardeşi selim ile birlikte Hicaza sürülür. Burada Arap şeyhleri ile bağlantılar kurar. Arapçası muazzamdır. Türkiye'ye döndüğünde Batı Anadolu'da Çerkez Reşid ve kardeşi Çerkez Ethem ile eşkiyalık yapar. Bu tarihten sonra Enver Paşa ile birlikte ver elini Balkanlar, Kuzey Afrika, Hicaz, Yemen'de zorlu bir mücadelede döneminde rol alır. Sahadadır. bu bölgeleri teşkilatlandırır, eğitim verir. bu cephelerde Türki...

ENVER PAŞA

Nevzat Köseoğlu’nun kaleme aldığı Şehit Enver Paşa eserini geçtiğimiz ay okuma fırsatı buldum. Enver Paşa hakkında çok şey söylenmiştir ve söylenecektir. Osmanlının son döneminde yaşananlar hakkında tarih şuuru ile yaklaşmak gerektiği ve o dönem içinde söylenenlerin o dönemin konjonktürü düşünülerek değerlendirilmesi gerektiği tartışmasız bir hakikat. Bu nedenle, Paşa hakkında ileri geri hüküm vermek bu yazının konusu ve dahi haddimiz değil. Ancak Trablusgarp’tan Balkanlara, birinci dünya savaşından Çanakkale’ye kadar Osmanlının kaderinde rol oynamış en önemli şahsiyetlerden biri olarak Paşa hakkında kitaplar yazılması ve yapılanların değerlendirilmesi gerektiği de ortada. Burada dayanacağımız tek nirengi noktası zannederim adil değerlendirme olması gerektiğidir. Kitaptan elde ettiğim en önemli kazanım, Osmanlının son dönemindeki şuur ile şimdilerde sahip olduğumuz bakış açısı ve ufkumuz arasında dağlar kadar fark olduğudur. Bir cihan devletinin varlığını korumak üzere giriştiğ...

TÜRK TARİH FELSEFESİ

TÜRK TARİH FELSEFESİ  (MEHMED NİYAZİ) Kitabın adından hareketle daha derin ve kuramsal analiz bekleyerek okumaya başladım. Ancak sona doğru beklediğimi bulamamanın verdiği hayal kırıklığı ile son sayfaya erişebildim diyebilirim. Kitabın, adının ağırlığını çektiğini söylemek zor ancak içinde yer alan çok değerli şeyler olduğunu ifade etmem gerekir. Müellifin bir dert taşıdığını ilk cümlelerden anlıyorsunuz. Acı ama doğru bir tespit ile şunu söylüyor yazar: “biz kim olduğumuzu bilmiyoruz”. Tarihi öğrenmeye neden ihtiyaç duyulduğunu işliyor önce müellif. Ancak tarihi yazan aklın bundaki yerinin ihmal edilmemesi gerektiğinin altı çiziliyor. Her ne kadar tarih bir bilim olarak görülse de, onu yazan kişinin öznelliği tarihin aktarılmasındaki önemine değiniyor yazar. Ancak Türk tarihini yazanların hepsinin batı milletlerinden olduğunu belirtiyor. Hiçbir millette görülmeyen bu durumun Fransa ve Almanya’daki örneklerine dikkati çekiyor ve soruyor yazar: “Fransız tarihi...