Ana içeriğe atla

İSLAMIN GÜNCELLENMESİ ve TARTIŞMALAR


09.03.2018 tarihinde Cumhurbaşkanı'nın yaptığı "İslam’ın güncellenmesi" açıklaması gündemdeki yerini koruyor. Özellikle İslami camiada yankı bulan bu söylemin Cumhurbaşkanı tarafından gündeme getirilmesi bir kısım destekçileri için hayal kırıklığı oluşturmuş gibi duruyor. Bunu özellikle sosyal medyada yapılan yorumlardan takip edebilirsiniz. Gösterilen tepkinin iki boyutu olduğunu düşünüyorum. İlki "İslam’ın güncellenmesi" çağrısının teknik olarak ifade ediliş biçimi, şöyle ki İslam bir dinin adı malumunuz. "İslam’ın güncellenmesi" ifadesi İslam’ın protestanlaşması ya da reformu adı altında geçmiş dönemlerde de gündeme gelen bir konuyu çağrıştırıyor. Ancak konuşmanın tamamına bakıldığı zaman kastedilen şeyin İslam’ın kendisi değil fıkıh ya da ilmihal kısmının olduğu anlaşılıyor. Ancak haberlerin veriliş ve vatandaşın okuma şekli hatıra getirilip verilen tepkilere-tartışmalara bakınca din olarak "İslam’ın" güncellenmesi hususunun tartışıldığını görüyorsunuz. İkinci olarak Nurettin Yıldız hocanın tartışıldığı bir ortamda bu ifadelerin kullanılmış olması. Murat Bardakçı’nın da gazete köşesinde ifade ettiği gibi tamamen İslami ilimlerin konusu olan ve vatandaştan gelen sorulara verilen cevaplar üzerinden, ki bunlar 5 yıl ve daha öncesinin videoları, yürütülen bir algı operasyonuna çanak tutulması algısından duyulan rahatsızlık, en azından benim muhatap olduğum insanlardan gördüğüm tepki bu şekilde. Bu operasyonun arkasında ise ana akım medya Doğan Grubu ve modern yaklaşımlarla İslamı savunan bir güruh olduğu görülüyor. Ve dahi asıl niyet ilk etapta bir şahsın sözlerine verilen tepki iken daha sonra tamamen İslami yapılara ve Müslümanlara yönelik tezvirata dönüşmüş durumda. Dr. Devlet Bahçeli’nin salı günkü grup konuşmasından ve Cumhurbaşkanının yaptığı açıklamalardan sonra meşruiyet kazandıklarını düşünmüş olan bu güruh, bu tür yapıları fetö ve işid gibi bir “örgütsel yapı” olarak haber programlarında tartışmaya açmakta, Nurettin Yıldız ve onun gibileri de “sözde hocalar” diye nitelendirmekte. Ortada itibar cellatlığı yapıldığı açık. Nitekim 8 Mart öncesinde gündeme sokulması niyet bozukluluğunun en bariz göstergesi. Ancak yapılan yayınlardan anlaşılacağı üzere söylemlerin artık Nurettin Yıldız’dan daha çok ülkemizdeki bir grup insana yönelik olarak kapsamının genişlediğini, kendini Müslüman olarak ifade eden insanlara yönelik mahalle baskısı oluşturmaya ve burada ifade edemeyeceğim bir yafta ve etiketleme işine girildiği görülüyor. Hatta İslamafobik bir söylem içeren bir yayın çizgisi kurgulanmaya başlandığı görülüyor. Kısaca özetleyeceğimiz bu iki durum sebebiyle kırgınlık olduğu şahsen gözlemlediğim hususlar.

Yukarıdaki değerlendirmeler ışığında bir devlet adamı olarak Cumhurbaşkanının gördüğü sorunların çözümüne yönelik bir çapa içinde olduğu görülüyor. Yine devlet adamlığı refleksi ile sorun "hemen" çözülsün istiyor. Çözüm ararken medet umduğu diyanet ve ilahiyat camiasından da bir çaba ve gayret göstermelerini bekliyor. Bu çaba olmadığı için Nurettin Yıldız gibi "marjinal hocaların" boşluğu doldurduğundan yakınıyor. Bu yazının yazılmaya başlandığı günün akşamında ise DİB Başkanından ve bir kaç ilahiyat fakültesinden basın açıklaması geldiğini ifade edelim. Cumhurbaşkanının tepkisinden sonra yapılan bu açıklamaların özünde ise her "hocayım" diyene itibar edilmemesi gerektiği, fetva ile ilgili makamın DİB bünyesindeki din işleri yüksek kurulu ve fetva ile ilgili birimlerin olduğu dile getiriliyor.


Şimdi, sadece Cumhurbaşkanı değil, hemen hemen eline kalemi ve mikrofonu alan herkesin söylediği gibi ortada bir sorun olduğu açık. Osmanlının çöküş evresinden başlayıp cumhuriyet döneminde de devam eden sorun şu ki; geçmiş 300 yıllık dönemde Batı dünyası karşında bir gerileme söz konusu. Yusuf Kaplan'ında sıkça dile getirdiği gibi bu bir "medeniyet krizi". Bu olay özelinde değil, daha geniş bir perspektiften bakılırsa belli ki iddiamızı yeniden kazanmak için yeni bir şeyler yapma-söyleme sorumluluğu Cumhurbaşkanını meşgul ediyor. İşin aslı bu ciddi bir iş, ancak devlet adamlarının işi olmadığı da açık. Çünkü az öncede değindiğim gibi Devlet Adamlığı refleksi ile talimatla hemen çözülebilecek bir konu değil. Devletimizin (sadece Türkiye Cumhuriyeti değil) bu gerilemenin görüldüğü zamanlarda Batı'ya çevrilen yüzümüzün devlet yöneticilerinin talimatıyla girişilen sosyal çözümlerin aslında işe yaramadığı ve bu medeniyet krizini daha da derinleştirdiği birçok münevver tarafından ifade ediliyor. Çünkü bu bir toplumsal sorun. Ve bu sorunun tüm entelijansiya tarafından ele alınması gerekiyor. Atılacak adımların sosyal bir ihtiyaç olarak ortaya çıkması gerekiyor ki sorunlara çözüm olabilsin. Bu da bir günlük iş olmadığı açık.

Şimdi, ilk olarak 300 yıllık geri kalmışlığın oluşturduğu (ve artık genlerimizle hissettiğimiz) baskı karşında diyanetin ve “bağımsız” alimlerin yaptığı çalışmalar karşılaştırılsa, bağımsızların Cumhurbaşkanı’nın hissiyatını daha çok paylaştığı, bir gayret ve cehd içinde oldukları görülüyor. Ancak hem diyanetin hemde bağımsız hocaların bu soruna çözüm teşkil etmediği kanısı hâkim ki “günümüz şartlarındaki sorunların 1400 yıl öncesinin uygulamaları ile çözemeyiz” serzenişi dillendiriliyor. Cumhurbaşkanı bu konuda haksız da değil, içtihat gerektiren günümüz insanının sorunlarına kavramsal, sistematik, Necip Fazıl’ın ifadesiyle “kitabi” bir cevap geliştirilemediği ortada. Örneğin global şirketlerin dünya ekonomisine yön verdiği bir ortamda alışveriş konusunda hala arpa buğday alım satımı ile ilgili hükümlerin “fıkıh saatlerinde” konuşulması, 150-200 yıllık bankacılık sistemine alternatiflerin geliştirilememesi, eş cinsellik, kripto paralar, kadınların iş hayatına katılımı gibi biraz magazinsel ve günlük hayat tartışmalarının yanında fikir ve medeniyet temelinde bir çıkmazın da yaşandığı görülüyor. Aslında bu ikinci kısımda yaşanan sorunun birincisi olarak topluma yansıdığını söylersek zannederim yanlış yapmış olmayız.  Bu ve bunlara benzer diğer alanlarla ilgili hususların günümüz şartlarında daha kapsamlı bir şekilde yorumlanması ve çözümlenmesi (sadece fıkıh değil) yekün bir Müslüman bakış açısı ile Kuran ve sünnet temelinde (protestanlaşma veya reformu kastetmiyorum) toplumsal olarak yeniden inşası içtihadını gerekli kılıyor. Bu ne demek? Şu demek, kuran ve sünnetin esas alınarak, günümüzde ortaya çıkan durumlara ve sorunlara günümüz insanının anlayış ve kavrayışı da göz önüne konularak yeniden ortaya konulması bir ihtiyaç olarak hissediliyor.

İkinci nokta ise, yukarıda bir cümle ile değindiğim kendilerini ehli sünnet olarak tanımlayan hocalar ve yürüttüğü faaliyetlerle ilgili. Özellikle son birkaç yıldır, toplumsal olarak bir karşılığı olan bu hocaların çalışmalarından birileri rahatsız olmuş olabilir. 15 Temmuz ve öncesinde malum örgütün yürüttüğü faaliyetlerin karşında duran, bu yapıya ilmi cevaplar veren, iki yıl öncesinde diriliş buluşmaları ile tüm Türkiyeyi dolaşan bu insanları yıpratmak, itibarsızlaştırmak birilerini istedikleri gibi at oynatacak bir alan sunabilir. Bu durumun gözden kaçırılmaması gerekir. Bu itibarsızlaştırma planları daha geniş bir çerçevede ele alınırsa daha anlamlı hale gelebilir diye düşünüyorum. Selçuklular ve Osmanlılardan gelen hikmet ve irfan temelli İslam anlayışımızın temellerini sarsacak, İslam’ı sadece fıkhi kurallar bütünü olarak yorumlamaya dönük bir tartışma ortamına sürükleyen, “Kuran Müslümanlığı” adı altında 1400 yıllık müktesebatı bir çırpıda silerek sünnet ve hadisi kıymetsizleştiren selefilik benzeri nevzuhur bir mezhep türetilmeye çalışıldığı da özellikle birkaç yıldır bu hocaların gündemini meşgul ediyor. Daha açık bir ifade ile Yesevi, Mevlana, Edebalı, Yunus Emre, Şeyh Vefa, Ahi Evran, Hacı Bektaş, Hüdayi, İbrahim Hakkı ve dahi bu toprakları Anadolu yapan hikmet pınarlarının tamamen kurutulması ya da toplumu bu pınarlardan koparmak gibi bir hedef güdülüyor iddiası bu hocaların dillendirdiği hususlar. Mahmut Erol kılıç hocanın yazdığı gibi Afganistan'da ortaya çıkan radikal grupların tarihsel evrimini gündeme getirerek bu tür yaklaşımların İslamı sadece bir kurallar bütününe indirmek ve güzel ahlak tarafının yok sayılması gibi bir sonuca götürebilir. Bu açıdan bakılırsa ehli sünnet hocaların, bir nevi selefi fikirlerin savunucularına karşı ciddi bir reddiye mecmuası, açıklamalar, analizler ve tartışmalar oluşturulmuş durumda. Anadolu'nun İslam anlayışını temellerinden sarsacak bu selefilik benzeri yaklaşımlara karşı duruşları bu hocaları hedef haline getirmiş olabilir. Özetle bu hocaları tabiri caiz ise "defe koyup çalanların" bilerek veya bilmeyerek daha büyük bir plana hizmet ediyor olabilme ihtimallerini göz ardı etmemesi gerektiği kanaatindeyim.

Son olarak belli bir kesim tarafından düzenli aralıklarla gündeme sokulan ve Müslümanları zan altında bırakarak, onları sindirmeye çalışan bir çalışmanın olduğu artık herkes tarafından dillendiriliyor. Özellikle yayın organları tarafından kasıtlı olarak gündemde tutulduğunu düşündüğüm bir konu bu. Ensar vakfına ait bir yurtta yaşana elim vakıadan sonra zirveye ulaşan bu tutumun bir anda bütün Müslümanlara yönelik bir saldırıya dönüştürülmesinde de bariz bir şekilde görüldü. Bunun sistematik bir şekilde üzerinde çalışılıp yapıldığı ve toplumun belli bir kesiminde karşılığı olduğu, haberlerin duyulmaya başlamasından sonra artık önünün alınamadığı ve ithamların en galiz şekilde dillendirildiği ortada. Ensar vakfı vakıasının zihinlerde oluşturduğu imaj ve kırılmadan sonra rezervde tutulan videoların belli dönemlerde servis edilerek yaygara koparılması ve  hedeflenen Müslüman imajının oluşturulmaya çalışıldığı ya da zihinlerdeki müslüman imajinın yıkılmaya çalışıldığı kanaatindeyim. Bu yaklaşımın belli bir kesime karşı sistematik şekilde yapılan bir nefret suçu olduğunu düşünüyorum ve islamafobik yaklaşım olarak kriminal bir vakıa olduğu kanısındayım. Nasıl ki ensest ilişki yaşadığı kameralara yansıyan malum sunucudan hareketle bütün "laik kesimin" zan altında bırakılması düşünülmez ise tam tersi de geçerli değil midir? Fakat ne gariptir ki toplumsal algıya bakıldığında tam tersi dediğimiz hususun ima ile de olsa meşruiyet kazanmış olarak islamafobik bir yaklaşımla gündemde tutuluyor. Öyle bir atmosfer oluşuyor ki, tüm müslümanları kapsayan bir ithama bile cevap vermek, suçu işleyen kişiyi desteklemekle aynı kefeye konulabiliyor. Bu zeminde geleneksel değerlerden referans alarak hareket eden yapılara karşı İslama modern zihin süzgeçleri ve kavramsal tanımlar ile yaklaşan akademisyenlerin görüşlerini meşrulaştıran bir sürece giriliyor. "Gerçek İslam bu değil" slogan ifadeleri ile yürütülen bu tür çalışmaların, İslamın güncellenmesi açıklamasıyla daha da meşrulaştırarak itham ve algı operasyonlarını bir üst perdeye taşıdıkları da geçtiğimiz birkaç günlük süreçte gözlemlediğim hususlar.


Sonuç olarak, yaşadığımız "medeniyet krizi"nin gölgesinde İslamın güncellenmesi çağrısı ile gündeme gelen ve bundan sonra da müslüman entelijansiya camiasında çok su götürecek olan bir tartışmanın alevlendiği muhakkak. Ancak konunun taraflarının herkesin şikayet ettiği sorun-problem bağlamında bir tanım yapılarak çözüme odaklanılması gerektiğini düşünüyorum. Sonrasında ise elimizdeki sınırlamalar ve metotlar belirlenecek  ve çözüme odaklanılacak. Diğer bir deyişle sorunu bileceğiz, yolu bulacağız ve hedefe ulaşacağız. Bunu yapabilecek bir insan kaynağımızın olduğu konusu aslında tartışmaların odak noktası. Medet umulan diyanet ve ilahiyat camiasının sorun çözecek bir altyapıya sahip olup olmadığı zamanla ortaya çıkacak ama mevcut durumda basın açıklaması yaparak Cumhurbaşkanının çağrısını yanıtsız bırakmamakla işe başlamış oldular. Bütün ilahiyat fakültelerimizi ve hocaları tanıdığımızı söylemek inandırıcı değil ancak mevcut konjonktürde göz önünde bulunan zevatın bu soruna çare olabilecek külli bir altyapıya sahip olmadığını tespit etmenin beni üzdüğünü ifade etmek isterim. Gördüğümüz bu toplumsal sorun karşında, geçtiğimiz yüzyılda yapılan yanlışları analiz ederek, ayağı yere basan ve İslamın temel kaynaklarından yola çıkarak bu meseleye çözüm getirecek yeni nesillerin yetişeceği atmosferin oluşması en öncelikli işimiz olmalı. Unutulmaması gereken ise meselenin buraya kadar gelmesinde asıl sorun ne Nurettin Yıldız ne başkası. İsimler ancak niyeti gayri sahihlerin İslamın temel kaynaklarına yapılacak saldırlar için bu isimler üzerinden meşruiyet zemini oluşturma çabasıdır. Bunu ilk etapta tespit edelim. Diğer taraftan ise bir medeniyet krizi yaşadığımızı unutmadan, hem fikir dünyamızda hemde günümüz sorunlarına islamın yaklaşımını güncellemek gerektiğini bilelim. Bunu söylerken de işin adını doğru koyalım.

Vesselam.

12/03/2018

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

KUŞÇUBAŞI EŞREF BENJAMIN C. FORTNA

Eşref… Bir serdengeçti, gözünü budaktan esirgemeyen, ele avuca gelmeyen bıçkın karakteri ile Osmanlının son dönemine damga vurmuş bir nefer... Günümüze kadar gelen bir kaç fotoğrafındaki gaddar bakışları ile kendini ele veren bir Çerkez, Enver Paşaya sadık ve inanmış bir subay, bir fedai zabitan... Deli dolu kişiliği ile başı beladan kurtulmaz. Kulelide karıştığı bir kavga sonucu Edirne'ye sürülür. Edirne ile sonraki yıllarda Batı Trakya İslam Cumhuriyetini kuracağı yıllarda yeniden kesişecektir. Jön Türkler ile bağlantısından dolayı babası ve kardeşi selim ile birlikte Hicaza sürülür. Burada Arap şeyhleri ile bağlantılar kurar. Arapçası muazzamdır. Türkiye'ye döndüğünde Batı Anadolu'da Çerkez Reşid ve kardeşi Çerkez Ethem ile eşkiyalık yapar. Bu tarihten sonra Enver Paşa ile birlikte ver elini Balkanlar, Kuzey Afrika, Hicaz, Yemen'de zorlu bir mücadelede döneminde rol alır. Sahadadır. bu bölgeleri teşkilatlandırır, eğitim verir. bu cephelerde Türki...

ENVER PAŞA

Nevzat Köseoğlu’nun kaleme aldığı Şehit Enver Paşa eserini geçtiğimiz ay okuma fırsatı buldum. Enver Paşa hakkında çok şey söylenmiştir ve söylenecektir. Osmanlının son döneminde yaşananlar hakkında tarih şuuru ile yaklaşmak gerektiği ve o dönem içinde söylenenlerin o dönemin konjonktürü düşünülerek değerlendirilmesi gerektiği tartışmasız bir hakikat. Bu nedenle, Paşa hakkında ileri geri hüküm vermek bu yazının konusu ve dahi haddimiz değil. Ancak Trablusgarp’tan Balkanlara, birinci dünya savaşından Çanakkale’ye kadar Osmanlının kaderinde rol oynamış en önemli şahsiyetlerden biri olarak Paşa hakkında kitaplar yazılması ve yapılanların değerlendirilmesi gerektiği de ortada. Burada dayanacağımız tek nirengi noktası zannederim adil değerlendirme olması gerektiğidir. Kitaptan elde ettiğim en önemli kazanım, Osmanlının son dönemindeki şuur ile şimdilerde sahip olduğumuz bakış açısı ve ufkumuz arasında dağlar kadar fark olduğudur. Bir cihan devletinin varlığını korumak üzere giriştiğ...

TÜRK TARİH FELSEFESİ

TÜRK TARİH FELSEFESİ  (MEHMED NİYAZİ) Kitabın adından hareketle daha derin ve kuramsal analiz bekleyerek okumaya başladım. Ancak sona doğru beklediğimi bulamamanın verdiği hayal kırıklığı ile son sayfaya erişebildim diyebilirim. Kitabın, adının ağırlığını çektiğini söylemek zor ancak içinde yer alan çok değerli şeyler olduğunu ifade etmem gerekir. Müellifin bir dert taşıdığını ilk cümlelerden anlıyorsunuz. Acı ama doğru bir tespit ile şunu söylüyor yazar: “biz kim olduğumuzu bilmiyoruz”. Tarihi öğrenmeye neden ihtiyaç duyulduğunu işliyor önce müellif. Ancak tarihi yazan aklın bundaki yerinin ihmal edilmemesi gerektiğinin altı çiziliyor. Her ne kadar tarih bir bilim olarak görülse de, onu yazan kişinin öznelliği tarihin aktarılmasındaki önemine değiniyor yazar. Ancak Türk tarihini yazanların hepsinin batı milletlerinden olduğunu belirtiyor. Hiçbir millette görülmeyen bu durumun Fransa ve Almanya’daki örneklerine dikkati çekiyor ve soruyor yazar: “Fransız tarihi...