Mehmet Niyazi Öztürk’ün Türk Devlet
Felsefesi kitabı, müellifin çalışma alanını olan Devlet Felsefesi konusunda
kaleme aldığı bir eser. Müellif eserinde, mitolojik çağlardan yazılı tarihe
akseden bir zamanlardan başlayarak Selçuklular ve Osmanlılardan süzülerek günümüze
ışık tutmaya çalışmakta.
Türklerin yazılı tarihin başlangıcından
bu yana devlet yapısının olduğu ve bunun toplumsal olarak benimsendiğine yazar kitabında
sıklıkla değinmektedir. Çin sınırında yaşayan Türkler, bu insan denizi
karşısında bağımsızlıklarını kaybetmemek ve hayvanları için otlaklara erişmek
için sürekli hareket halindeyken her zaman saldırılar ve baskınlara hazırlıklı
olmaya zorundaydılar. Bu tehdit onları sürekli bir nizam halinde yaşamalarına ve
tedbir almaya zorluyordu. Devletleşen bir sürecin temelleri olarak bu durumun
toplumunda da karşılığı vardı. Zamanla batıya göç etmeleri, İslamiyet’le
tanışmaları ve kadim Hristiyan devletleri ile mücadelelere girmeleri bu devlet
yapısının gelişmesine vesile olduğu söylenebilir. Buralardan tecrübe ettikleri
ve ihtiyaç duydukları yönetim şekillerini kendilerine uyguladılar. Tüm bu
süreçleri Osmanlı ve Selçuklularda müşahede etmekteyiz diyor yazar.
Bilge Kağan destanında, hakanın milleti
korumak ve toplumsal barış içinde yaşamak için harekete geçtiği, bu amaçla etrafında
birçok kişinin katıldığı, çevredeki düşmanlara baş eğdirildiği, milletin
giydirilip açların doyurulduğu yer almaktadır. Yani bir nevi yaşanan süreçlerin
bir sonucu olarak “devlet”e neden ihtiyaç duyulduğunu referanslarıyla anlatmaktadır
yazar. Mitolojik dönemlerde görülen yönetim şekillerinin ve İslam ile
çelişmeyen hususların töre olarak tarih boyunca devam etmiştir. Ancak dikkatlerin
çekildiği önemli bir hususta şudur ki; töre olarak devam eden kuralların sabit
olmadığı, ihtiyaç duyulduğu zaman gerek toyda gerekse hakanın bunları
değiştirebildiğidir.
Cihan hâkimiyeti, Türk devletlerinin temel
motivasyonlarından birisi olduğuna değinmektedir yazar. Mitolojik dönemlerde bozkurdun
(börü) gösterdiği yoldan giderek fethedilen yerlerden, gökten inen bir kızla
evlenen hakanlardan, onların çocuklarının yaptığı fetihlerden bahsederek, İslam
ile tanışıldıktan sonra Selçuklu ve Osmanlı sultanlarının rüyalarına
değinmektedir. Dini önderlerin olağan üstü yorumları, Hz. Peygamberin
hadislerde gösterdiği işaretlerden hareketle beklentilerin artması ve fütuhata olan
kavi inancın pekişmesine sebep oluyordu. En çok bilinen örnekleri ise Bilge
Kağan Destanı, Selçuk beyin babası Dukak’ın ve Osman Gazi’nin rüyası olarak
sıralayabiliriz diyor müellif. Özellikle Osmanlı döneminde, cihan hâkimiyeti
fikrinin “Kızılelma” ile kavramsallaşıp geniş halk kitlelerine mal olmuştur. Bugün
bile milletin anlayışında Kızılelma kavramının akislerini görmekteyiz.
Türklerin devlet geleneğinin belki de
değişmez hususlarından birisi danışma meclisleridir. Hakan, kağan ya da padişah
tek karar merci değildi, kararların töreye uygun olması gerekirdi, eğer kağan
ya da hakanda bir zayıflık veya töretanımazlık var ise meclis tarafından
uzaklaştırılırdı. Bu durumu örnekleri ile anlatan müellif, İslamiyet’le
birlikte bu makamı ulemanın aldığı ve özelliklerde Osmanlılarda fetva alınmadan
kamuya mal olacak bir meselenin karara bağlanmadığı, hatta padişaha muhalefetin
burada da söz konusu olduğunu dillendirmektedir.
Padişah, kağan, hakan veya sultanın hâkimiyeti
Türklerde Allah’ın bir nasibi olarak kutsal olarak görülmüştür. Buna kut
denirdi, kimin kutu, yani nasibi, varsa o başa geçer inancı toplumsal olarak
kabul edilmişti. Hakan bir oğlunu halef gösterse bile, diğer kardeşlerin hatta
amcaların tahtta söz sahibi olması söz konusu idi. Diğer kardeşler ya da amca
tahtta söz sahibi olmak isterse ve mücadeleye girip kazanırsa, Hakan’ın halef
gösterdiği oğlu tahta oturamazdı. Birkaç örnek dışında iki kardeşin ülkeyi
birlikte yönetmesi durumu söz konusu değildi. Bu nedenle padişah değişiklileri
Türk tarihinde hep sorunlu olmuştur. Bunu önlemek için Fatih döneminde
yayınlanan ve kanunnameye giren meşhur kardeş katli hususu da müellifin
üzerinde durduğu bir konudur. Osmanlıdan önce dahi, taht mücadelesinin
yaşanması durumunda rakiplerin katilleri söz konusu idi. Ancak payitahtta söz
sahibi olanların kanları dökülmeden halledilmeleri bir gelenek olarak devam
edegelmişti. Bu konu üzerinde tarihten bu yana tartışılageldiğine değinen
müellif, Fatih kanunnamesinde dahi “ekser ulema” tabirinin geçtiğini, yani o tarihlerde
de ittifakın söz konusu olmadığının altını çiziyor. Taht mücadelesinin devlet
bekasını etkileyecek bir durum olmasından ötürü, bu mücadeleye girenlerin
sonunda devlet ve milletin bekası için feda-i can etmeyi göz önüne aldığı yine
kitapta belirtilmektedir. Özellikle Beyazıt zamanında kardeşinin ülkeyi
aralarında pay etmeyi önermesi üzerine, Beyazıt’ın kardeşine verdiği “vatan
namus gibidir, namus bir bütündür parçalanamaz” minvalindeki tarihi cevap
devlet anlayışını ortaya koyması bakımından calibi dikkattir. Bu çerçeveden
bütün bir milletin refahı ve selameti için payitahta mensup birkaç kişinin feda
edilmesi fikrinin o devirlerde ağır bastığına kitapta değinilmektedir.
Osmanlıların Türk tarihindeki önemine
değinen yazar, 2500 yıllık yazılı tarih bağlamında baktığınızda son 1600 yılını
süper güç olarak geçiren bir milletin sondan bir önceki halkası olarak
Osmanlı’nın geçmiş dönemlerdeki Türk devlet tecrübesinden yararlandığını önemle
vurgular. Geçmiş tarihi kaynaklarda Osman Gazi’nin okuma yazma bilmeyen biri
olduğu iddiasını reddederek, o dönemdeki kaynaklar incelendiğinde Osman ve
Orhan Gazi’nin Selçuklu devletinin uçbeyleri olduğuna değinir. O zamanlarda
uçbeylerinin oğullarının Selçuklu sarayında bir eğitimden geçirildiğini,
devletin diplomatik ve askeri olarak yetiştirildiğinden bahseder. Selçuklu
devletinde yaşanan fesadın akabinde Anadolu’da başlayan beylikler devrinde
Osmanlı Beyliğinin izlediği politikanın eçhel insanların yürütebileceği bir iş
olmadığını, ince bir diplomasi ve farkındalık ile diğer beylikler üzerinde
egemenliklerini sağladıklarını ve Anadolu’da birliği yeniden tesis ettiklerini
belirtir yazar. Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasına kadar süreç içinde İslami
bir kimlikle devlet yönetiminin ele alındığına değinmektedir yazar. Günümüzden
o dönemlere baktığımızda devşirme usulü, vergi sistemi, kardeş katli gibi
hususların aslında bir sebebinin olduğu ve bir fetvaya dayandığından
bahsetmektedir. Örneğin devşirme sisteminin temel esasın İmamı Şafi’nin bir
fetvasına dayandığına değinen müellif, Ermeni ve Rum tebaasından devşirme
yapılmamasının nedeni bu fetvaya göre yapıldığını belirtmektedir.
Müellifin çeşitli konuşmalarında
değindiği gibi tarihte bazı milletler vardır devletsiz yaşayamaz. Türklerde bu
milletlerden bir tanesidir. Devlet anlayışının toplumda çok iyi bir şekilde
kavrandığına değinen yazar, isimler farklı olsa da aynı kurumsal yapının devam
ettiğini belirtmektedir. Genel olarak bilinen (ve hissedilen) hususları ortaya
koymakta ve Türklerin devlet felsefesinin esaslarını sistematik bir şekilde
anlatmaktadır.
08/03/2018


Yorumlar
Yorum Gönder