Ana içeriğe atla

OSMANLILAR VE DENİZ



İdris Bostan hoca ülkemizde denizcilik tarihi üzerine çalışan az sayıdaki tarihçilerimizden ve Küre yayınları tarafından basılan deniz tarihi serisinin iki kitabının, Osmanlılar ve Deniz ile Osmanlı Akdenizi, müellifi. Geçtiğimiz hafta bu iki kitabı okuma fırsatım oldu. Bu yazıda bu kitaplar hakkında ve günümüze olan yansımaları kapsamında fikirlerimi paylaşmayı düşünüyorum.

Osmanlıların beylikten devlete ve devletten bir cihan imparatorluğuna geçiş sürecinde deniz gücünün etkisini yok sayılamaz notunu düşerek girizgah yapalım. Ancak tarih okur yazarlığımız ve akademik ilgimizin denizlere hak ettiği değeri verdiğini söylemek maalesef mümkün değil. Bu konuda üzerine çalışan birkaç akademisyenden biri olan İdris Bostan, kitaplarında müteaddit defalar, sahip olduğumuz arşivlerin zenginliğinden ve bilinen-bilinmeyen birçok konuya ışık tutacağından bahsetmekte ancak henüz tasnif çalışmalarının dahi bitmediğini söylemektedir. Bunun için gerekli beşeri sermaye ve maddi kaynak ayrılmadığı muhakkak ancak gelecek için ihtiyaç duyulan emek ve kaynağın ayrılması elzem bir husus. Deniz tarihinin kalbi olan Akdeniz’in en büyük güçlerinden biri olan Osmanlının sahip olduğu arşivlerin henüz tam anlamıyla ortaya çıkmaması bizi utandırmaya yeter diye düşünüyorum. Her neyse…

Türkler 12. yydan itibaren Akdeniz ve Karadeniz'e kıyı olması dolayısı ile ister istemez denizcilik ile uğraşmaya başladılar. Osmanlıların denizciliği bu tarihlerden itibaren çok önemsenmiş ve karaların korunması için denizlerin hakimiyet altına alınması gerektiği anlaşılmıştır. Bu minvalde, Osmanlı Beyliği Egeye ulaştığı zaman denizlere açılmanın önemine istinaden gerek Karesioğulları, Aydınoğulları, Menteşeoğulları ve Saruhanoğulları gibi denizci beyliklerden denizciler devşirerek gerekse bu beylikleri ilhak ederek denizcilik kapasitesini artırmaya başladı. Bu beylikler Akdeniz’de İslamın gaza anlayışına göre karada yapılan fütuhat hareketlerinin benzeri faaliyetleri denizlerde göstermekteydiler ki literatürde bunlara “korsan” olarak yer almıştır. Ancak İslam hukukuna uygun olarak faaliyet gösteren bu beylikler, daha sonraları “free” birlikler halinde de faaliyet göstermişlerdir, kendilerine Levend derlerdi ve İslam hukukunun dışına çıkanları Harami Levend olarak adlandırırlardı. Gerek kendi çabaları gerekse bu beyliklerin desteği ile Osmanlının ilk Rumeli fetihleri başlamış oldu. Böylece dönemin önemli güçlerinden bir olan Venedik ile Anadolu’dan denize açılan Osmanlılar arasında Orta Akdenizde bir mücadele başladı. Osmanlı, beylik döneminden itibaren Cenevizliler ile daha dostane ilişkilere sahip olmuş, gemi teknolojisi ve denizcilik gibi kritik hususları Cenevizlilerden alma yoluna gitmiştir. Hatta Cenevizliler,  Osmanlılar ile Venedik arasında yapılan savaşlarda paralı asker olarak Osmanlıların yanında savaşmışlardır. 


Osmanlının Rumeli fetihleri döneminde Gelibolu, deniz üssü olarak Osmanlıların merkezi haline gelmiş ve 16. yy kadar da bu şekilde kalmıştır. I. Beyazıt ve II. Murat zamanında deniz politikalarına gösterilen önem devam etmiş ve Çanakkale boğazı tahkim edilip Gelibolu tersaneleri yenilenmiştir. Sonraki dönemde, bu altyapıların bir neticesi olarak Fatih’in İstanbul'u kuşatma planında yer alan yaklaşık 300 gemilik arsenal muharebe açısından ciddi bir katkı yapmamış olsa da, deniz tarafından gelecek tehditlere karşı bir caydırıcılık oluşturarak önemli bir görevi icra etmiştir. Ayrıca Fatih devrinde, Yıldırım Beyazıt zamanından itibaren Çanakkale’ye yapılan kaleler ile boğazların tahkim edilme politikasının bir devamı olarak İstanbul boğazının iki tarafına kaleler inşa edilmesi takip edilen deniz politikalarının bir devamı olarak kabul edilebilir. 
Anekdot olarak, İstanbul'u kuşatma sırasında 70 kadar küçük geminin karadan yürütülerek Haliç'e indirilmesi gibi durumlarda yaşandı. Bu durum aslında daha önce Karesioğulları beyliği zamanında gerçekleştirilmiş taktik bir  hamle olmakla birlikte, İstanbul’dan sonra Belgrad ve Eğriboz seferleri sırasında da uygulanmıştır. 
İstanbul'un fethi ile denizlerde yürütülen mücadele farklı bir boyuta taşındı ve uzak denizlere yönelik seferler başladı. Artık Anadolu'nun Karadeniz kıyıları, Osmanlı hâkimiyetine girmesi için düzenlenen seferler birbirini izledi. Kırım fethi ile Karadeniz bir Osmanlı iç-denizi hüviyetini aldı (1475). Fatih daha sonra Batı Roma imparatorluğunu hedeflediği seferlerine başladı ve ilk Osmanlı donanmaları Otranto kıyılarında görüldü. Ancak ömrü vefa etmeyen Fatih, seferi tamamlayamadı. 

15 yydan sonra iki yeni güç, Osmanlı ve İspanya, Akdeniz’de varlık göstermeye başladı. Bu dönem, İspanyolların Endülüs Müslümanlarını (Moriskolar) İspanyadan çıkarması ile Portekizlilerin Mekke ve Medineyi tehdit etmesi ile Kızıldeniz’de ciddi bir mücadeleye sahne olmuştur. Osmanlılar Şehzade Cem meselesi yüzünden Endülüs devletine yeterince yardım edememiştir.



Osmanlıların denizlerde karşılarında buldukları ileri deniz teknolojisine sahip olan bugünkü İtalyanın ataları Venedik ve Cenevizlilerdi. Daha sonraları Batı Akdeniz’de güçlenen İspanya ve Portekiz ortaya çıktı. Bu ülkelere karşı, özellikle Fatih devrinden itibaren başlamak üzere Kanuni döneminde tartışmasız bir şekilde deniz imparatorluğuna dönüşen Osmanlı, Akdeniz’de olan hakimiyetini kabul ettirdi ve 1538’de Preveze deniz zaferi ile birlikte bu durum tescillenmiş oldu. Bunun yanında Malta, Girit ve Kıbrıs gibi Akdeniz’in en önemli adaları fethedildi. Akdeniz’deki faaliyetleri devam eden Osmanlılar, her yaz ayında sefere çıkar, kış aylarında da donanmanın eksikliklerini giderir ve yeni gemi inşa ederdi. Özellikle 17. yyda Osmanlıların inşa ettikleri gemilerin, muadili devletlerin donanmalarına göre daha gösterişli olduğu, her yıl donanmanın sefere ayrılırken Padişahın ve halkın katılımı ile merasim düzenlendiği kaynaklarda yer almaktadır. Bu merasimlere halk büyük teveccüh gösteriyor ve dualarla donanma sefere uğurlanıyordu. Osmanlıların beylikten bir cihan imparatorluğuna yükselmesine kadar geçen süreçte, donanmanın geliştirilmesinde Cenevizlilerle işbirliği yaptığı bilinmektedir. Bunun beylikler dönemi zamanından itibaren gelen bir yaklaşım olduğunu tarihi kaynaklar kaydetmektedir. Bu süreç içinde gerek Cenevizli gerekse Venedikli ustalardan elde edilen tecrübelerin Osmanlı tersanelerine aktarıldığı görülmekteydi. Bir ustanın Osmanlıya geçmesi ölüm cezası gerektiren bir vakıa olarak Ceneviz ve Venedik tarafından uygulanmaktaydı. Buna rağmen bazı geçişlerin olduğu görülmektedir. Teknolojinin alınmasında diğer bir ispat  ise denizcilik terminolojisinde baskın olarak İtalyancanın kullanılmasıdır. Örneğin, tersane kelimesi köken itibariyle İtalyanca olan “dersane” kelimesinin Türkçeye aktarılmasından ibarettir. “Tersane” asıl itibariyle ise Arapça kökenlidir ve “Darus sa’ane” kelimesinden türemiştir. Ancak Araplardan İtalyanlara, oradan da Osmanlılara geçmiştir. Osmanlılar 16. yy’dan itibaren donanmalarında yapısal bazı değişikliklere giderek cihan imparatorluğunun gerektirdiği şekilde donanmalar inşa ettiler. Bu yapısal değişiklik ve tecrübeli kaptanların sayesinde Orta ve batı Akdeniz ile Kızıldeniz ve Basra körfezinde Osmanlı hâkimiyeti kabul edilmiş oldu. Bu dönemde hem kara hem de denizlerde tartışmasız en büyük gücü olan Osmanlılar, Müslümanların hamisi olarak Hint Müslümanlarına yardım da dahil olmak üzere, hicazın savunulması gibi önemli faaliyetleri gerçekleştirdiler.,

Osmanlıların tarih boyunca denizlerde 3 ağır yenilgiye uğramıştır. Bunlardan ilki İnebahtı deniz savaşıdır. Bu savaş 1571 yılında İnebahtı adası mevkiinde Venedik ve İspanyol ağırlıklı haçlı donanmasına karşı yapılmıştır. Osmanlılar açısından bozgun olmasına rağmen ertesi yıl en az eskisi kadar güçlü bir filo inşa edilmesi önemlidir. İkinci yenilgi ise 1770 yılında Rusların çeşme baskınıdır. Bu tarihte Avrupa kıtasının üst tarafından İngiltere’ye uğrayan Rus donanması yanında İngilizler olduğu halde Osmanlı kıyılarına kadar geldiler. Bu donanma ile karşılaşan Osmanlı donanması Çeşme açıklarında Rus donanmasını bozmuştur. Daha sonrasında Rus donanmasının ani bir baskınla Çeşmede demirleyen Osmanlı donanmasını yakması ile gerçekleşen olay, payitahtta derin bir üzüntüye neden oldu. Bu olayın akabinde korumasız kalan denizler, Ruslar tarafından tehdit edilmiş, ancak Çanakkale boğazının sağlam bir şekilde tahkim edilmesinden ötürü bir varlık gösterememiştir. Ancak bu olay, Osmanlıların Rusya karşısında bir dizi mağlubiyetinin bir parçası olarak Küçük Kaynarca anlaşmasının nedenlerinden biri olarak sayılabilir. Bu anlaşma ile Kırım Osmanlıların elinden çıkmış ve Rusya Osmanlı tebaasındaki Ortodoksların hamisi olarak tanınmıştır.  Buna benzer bir olay ise Navarin baskınıdır. 1827 yılında İngiliz, Fransız ve Rus donanmalarından oluşan bir grup gemi, limanda bulunan Osmanlı-Mısır donanmasına ani bir baskın yapmıştır. Savaş halinde olmadan yapılan bu baskın neticesinde 6000 denizci ve onlarca gemi kaybedildi. Bu baskın karşısında Osmanlı tazminat talep ettiyse de bir sonuç alınamadı.


Osmanlığı denizciliğini üç aşamaya ayırmak gerekir der müellif. İlk olarak 13. yydan itibaren başlayan Barbaros Hayrettin Paşa’nın dönemine kadar olan süredir. Bu sürede özellikle Yıldırım Beyazıt tarafından bir denizcilik politikasının belirlendiğini görüyoruz. O zamanlarda Gelibolu tersanelerini ihya edilmiş ve Çanakkale boğazına kaleler yapılmıştı. Gelibolu 16. yy kadar Osmanlıların tersane merkezi halinde kalmıştır. İstanbul’un fethi ile Tersane-i Amire İstanbul'da kurulmuş ve Yavuz Sultan Selim zamanında genişletilerek donanmanın merkezi statüsüne erişmiştir. İstanbul’daki Tersane-i Amire'nin dışında diğer birçok yerde de tersane mevcuttu ve bu tersanelerde de ihtiyaç duyulan gemiler yapılmakta idi.  İkinci dönem olarak Barbaros kardeşlerin, Hayrettin ve Oruç Reis, Kanuni Sultan Süleyman döneminde Osmanlı devletinin hizmetine girmesinden sonra başlayan süreçtir. Bu dönem, Osmanlılar hem denizlerde hem de karada tartışmasız en güçlü olduğu yıllara tekabül etmekteydi.  Hayrettin Reis, Cezayir bölgesini fetheder ve oranın sultanı statüsünde iken, Sultan Süleyman’ın daveti üzerine payitahta gelerek Mirmiranı Derya sıfatıyla Cezayir-i Bahri Sefîd beylerbeyi oluyor. O tarihe kadar Gelibolu sancak beyi sıfatıyla kapudanı derya olan Paşalar, Hayrettin Paşadan sonra beylerbeyi sıfatı olarak imparatorluk donanma komutanı olarak kapudanı deryalığına getirilmeye başlandı. Barbaros Hayrettin Paşa kapudan olduktan sonra imparatorluk donanmasının eksiklikleri tamamladı. Barbaros kardeşler, Hayrettin ve Oruç reis, denizlerde İslami gaza hareketleri ile Akdeniz'de faaliyet gösteren keferelere karşı başarıları ile ön plana çıkmıştı. İspanya ve Portekizliler Barbaros kardeşleri kendi bünyesine almak niyetiyle hareket ederken, Barbaros kardeşlerin Osmanlı donanmasına katılması Akdeniz’deki ülkeler arasında geniş yankı buldu. Barbaros kardeşler, komutanlıklarının yanında aynı zamanda uzun yıllar yürüttükleri gaza hareketleri ile Venedik, Ceneviz, İspanya ve Portekiz gemilerini inceleme imkânına sahip olmuş bir mühendis idi. Akdeniz’i çok iyi tanıyan kardeşler, Hayrettin paşa komutasında imparatorluk donanmasını bu tecrübelerine istinaden yeniden düzenlediler. Akdeniz’in yazın rüzgâr açısından uygun olmadığını bilen Hayrettin Paşa, çektiri türü Kadırga ağırlıklı olmak üzere Kalyata ve Göke türü gemiler inşa etti. Bu şekilde, rüzgâra bağlı olmaksızın hareket eden kürekli gemilerle daha hızlı  şekilde manevra yapabildiği için Preveze gibi bir deniz zaferinin kapısı açılarak, Akdeniz’de Osmanlı hâkimiyeti kesinleşmiş oldu. Böylece ilk etapta Doğu Akdeniz’e hâkim olan Osmanlı, 16. yy’dan itibaren Orta ve Batı Akdeniz’de İspanya'ya ve diğer haçlı devletlerine karşı üstünlüğünü kabul ettirmiş oldu. Ancak 17. yy sonlarına doğru deniz seferleri sırasında elde edilen tecrübeler ışığında kalyon türü büyük yelkenli gemiler donanmada önemli bir yer tutmaya başladı. 19. yydan sonra buharlı gemilerin ortaya çıkması ile başlayan dönemi ise üçüncü dönem olarak ele almak gerekir der  yazar. Buharlı gemilere ilişkin günün son teknolojisini elde etmek üzere çalışmalara başlayana Osmanlılar iddialarını bu yüz yıl içinde de sürdürmeye devam etmiştir. Ancak kara savaşlarında yaşanan yenilgilerin etkisini denizlere olan yansıması neticesinde gerileme bu alanda da yaşanmıştır.


Sonuç olarak, Osmanlı devleti hem kara hem de denizlerde dönemin en ileri teknolojilerine sahip olagelmiştir. İnebahtı, Çeşme ve Navarin bozgunlarında donanmanın neredeyse tamamı yok olmasına rağmen, kısa sürede aynı güçte donanmalar inşa edecek yetkinlikte bir altyapıya sahip olmuşlardır. Ancak Devleti  bütüncül değerlendirmek gerektiğinden kara savaşlarında gösterilen başarıların denizlere, denizlerde gösterilen başarıların karadaki faaliyetlere etkisi muhakkaktır. Bu bağlamda özellikle 18. yydan itibaren başlayan gerileme ve çöküş dönemini bu gözle bakmak gerekir. Özellikle birinci dünya savaşı bağlamında ittifak kuvvetlerini denizde durduracak bir kapasiteye sahip Osmanlı ordusu, tahmin ediyorum ki, savaş sonrası yaşanan durumun vahametini azaltacak bir etkiye sahip olurdu. Günümüzde de bu durumun geçerli olduğu açık. Günümüz Türk ordusunun piyade sınıfı kara unsurları ağırlıklı olmasına rağmen, yarım ada statüsünde olan Anadolu toprakları ve özellikle Orta ve Doğu Akdeniz'de yaşanan gerilimler ile Kıbrıs gibi stratejik önemi haiz meseleler göz önünde bulundurularak, ordunun ana omurgasının önümüzdeki dönemde deniz piyadeye sınıfına kayıp kaymamasının kurmay seviyede tartışılması gerektiği kanısındayım. Bu stratejik dönüşümün özellikle son dönemde yaşanan doktrin değişikliği, yani savunma değil taarruz ağırlıklı harekat stratejisi, ile uyumlu olacağı kanısındayım. Bunun yanında, özellikle Çin ağırlıklı güç dengelerinde yaşanan kayma sırasında açık denizlerdeki varlığımız ve söz hakkımızın, bölgedeki kara ve hava unsurlar kadar etkili olabilmesi için askeri deniz politikalarına da önem verilmesi gerektiği ortada. Bu açıdan orta ve uzun vadede teknolojik ve beşeri sermaye bağlamında yatırım yapılırken denizciliğin ön planda tutulması gerektiğini düşünüyorum.


Vesselam.

25/04/2018

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

KUŞÇUBAŞI EŞREF BENJAMIN C. FORTNA

Eşref… Bir serdengeçti, gözünü budaktan esirgemeyen, ele avuca gelmeyen bıçkın karakteri ile Osmanlının son dönemine damga vurmuş bir nefer... Günümüze kadar gelen bir kaç fotoğrafındaki gaddar bakışları ile kendini ele veren bir Çerkez, Enver Paşaya sadık ve inanmış bir subay, bir fedai zabitan... Deli dolu kişiliği ile başı beladan kurtulmaz. Kulelide karıştığı bir kavga sonucu Edirne'ye sürülür. Edirne ile sonraki yıllarda Batı Trakya İslam Cumhuriyetini kuracağı yıllarda yeniden kesişecektir. Jön Türkler ile bağlantısından dolayı babası ve kardeşi selim ile birlikte Hicaza sürülür. Burada Arap şeyhleri ile bağlantılar kurar. Arapçası muazzamdır. Türkiye'ye döndüğünde Batı Anadolu'da Çerkez Reşid ve kardeşi Çerkez Ethem ile eşkiyalık yapar. Bu tarihten sonra Enver Paşa ile birlikte ver elini Balkanlar, Kuzey Afrika, Hicaz, Yemen'de zorlu bir mücadelede döneminde rol alır. Sahadadır. bu bölgeleri teşkilatlandırır, eğitim verir. bu cephelerde Türki...

ENVER PAŞA

Nevzat Köseoğlu’nun kaleme aldığı Şehit Enver Paşa eserini geçtiğimiz ay okuma fırsatı buldum. Enver Paşa hakkında çok şey söylenmiştir ve söylenecektir. Osmanlının son döneminde yaşananlar hakkında tarih şuuru ile yaklaşmak gerektiği ve o dönem içinde söylenenlerin o dönemin konjonktürü düşünülerek değerlendirilmesi gerektiği tartışmasız bir hakikat. Bu nedenle, Paşa hakkında ileri geri hüküm vermek bu yazının konusu ve dahi haddimiz değil. Ancak Trablusgarp’tan Balkanlara, birinci dünya savaşından Çanakkale’ye kadar Osmanlının kaderinde rol oynamış en önemli şahsiyetlerden biri olarak Paşa hakkında kitaplar yazılması ve yapılanların değerlendirilmesi gerektiği de ortada. Burada dayanacağımız tek nirengi noktası zannederim adil değerlendirme olması gerektiğidir. Kitaptan elde ettiğim en önemli kazanım, Osmanlının son dönemindeki şuur ile şimdilerde sahip olduğumuz bakış açısı ve ufkumuz arasında dağlar kadar fark olduğudur. Bir cihan devletinin varlığını korumak üzere giriştiğ...

TÜRK TARİH FELSEFESİ

TÜRK TARİH FELSEFESİ  (MEHMED NİYAZİ) Kitabın adından hareketle daha derin ve kuramsal analiz bekleyerek okumaya başladım. Ancak sona doğru beklediğimi bulamamanın verdiği hayal kırıklığı ile son sayfaya erişebildim diyebilirim. Kitabın, adının ağırlığını çektiğini söylemek zor ancak içinde yer alan çok değerli şeyler olduğunu ifade etmem gerekir. Müellifin bir dert taşıdığını ilk cümlelerden anlıyorsunuz. Acı ama doğru bir tespit ile şunu söylüyor yazar: “biz kim olduğumuzu bilmiyoruz”. Tarihi öğrenmeye neden ihtiyaç duyulduğunu işliyor önce müellif. Ancak tarihi yazan aklın bundaki yerinin ihmal edilmemesi gerektiğinin altı çiziliyor. Her ne kadar tarih bir bilim olarak görülse de, onu yazan kişinin öznelliği tarihin aktarılmasındaki önemine değiniyor yazar. Ancak Türk tarihini yazanların hepsinin batı milletlerinden olduğunu belirtiyor. Hiçbir millette görülmeyen bu durumun Fransa ve Almanya’daki örneklerine dikkati çekiyor ve soruyor yazar: “Fransız tarihi...